30 Aralık 2010 Perşembe

öle bi giriştim

Ben türkiyenin dogusunda dogdum orda bir kampüste büyüdüm. Kampüs dediğim sokaktı. Oranın sokakları en iyiydi, ağaçlıktı, insanlar hep birbirini tanırdı, uzaktan : ege geliyo denirdi, musti de orda denirdi. En iyi arkadaslarım dersleri kötü, devamlı sokakta top oynayan çocuklardı. Farklı aile tiplerinde büyüsek de onlara güzel duygular beslerdim. Sporcu kartları, top peşi en iyisiydi. Ağaç tepelerinde dolaşmak, el verirse meyveye uzanıp ordan yemek tam da benim işimdi. Sapanlar, üflemeli borular yapılırdı. Okula gitmenin son dakikasına kadar bu aktiviteler en verimli şekilde yerine getirilirdi. Okul demişken annemlerin beni kampüsün okulu yerine, şehirde bir okula vermesi bütün canımı sıkmıstı. Bütün sokak arkadaşlarım kampüs okuluna giderdi. Ben öğlenciysem onlar sabahçıydı. Karnım ağrıyor, ben gitmicem derdim. Ama daha iyi eğitim başlıgı altında bana başka seçenek bırakılmamıstı. Taa ozaman bir yarış içerisine sokuldugum belli olmaya başlamıstı. Neden ben de o okula gitmiyordum ki?
İyi aile dostları vardı. Her ailenin çocugu diğer ailenin de çocuguydu. Çaylar içilir kestaneler yenirdi, poker masası kurulur, sıcaktan kızarmış kulaklarım alarm verir artık misafirlikte koltukta uyamanın işaretini verirdi. Sonu güzeldi eve uykulu, kucakta giderdim.
6 yaşında aşık olmustum, kız finlandiyalıydı. Bikere eline dokunmustum yanlışlıkla,çok sevmiştim sonra onu. İlk ya o, ondan ateşi bulmus gibi birşeydi benim için.
Mahalle takımının en genç oyuncusuydum. Forvet oynuyodum. Küçüktüm ama heralde çok sevdiklerinden oynatıolardı, malum takımdakiler büyüktü: „hadi ege forvete git sen de“ demek ozaman hiç de koymuyordu.
9 yasına girdiğim zamanlarda artık oradan gitmenin vakti gelmişti. Elimden bütün hayallerim alınmıs gibiydi. Çok korkuyor ve hiçbiryere gitmek istemiyordum. Sporcu kartlarımı ortaaama vermiştim, son rakama göre oynadıgımızdan, kimin kazanacağı çok ortada oldugundan „dikkatli harca“ diye de tembihlemiştim. Sokaklar kaçıyordu, arkadaslar hep geride kalıcaktı. Kaldı da ama sokaklar kaçmadı.
Mayalı izmite gelmiştim. Sabahçılara yazılmıstım. Beni sınıfta iyi karşıladılar. Öğretmenim baya iyiydi, eski ögretmen gibi cetvelle vurma gibi adetler artık eskide kalmıstı. Özürlü arkadaslar da artık sınıfları basmıyordu, okul baskısı ortadan kalkmıs gibi gözüküyordu. Yine okuldan sonra top oynayacak arkadaslar edinmiştim kendime, tasoların çıktıgı zamana da iyi denk gelmiştim.
Okulumu da bu civarda bitirdim, liseyi de buralarda. Lisedeki kaosu düşündükçe kendimi tanıyamayrum. Çok ama çok acayipti, herkesin ki acayiptir ama benm ki bi başka değişikti. Yer geliyo düşününce utanıyorum, bazen de onlar yaşanmasaydı şimdi belki de öle olurdun diyorum, seviniyorum.
Bu araların en tap on olayı grup yahyakaptanı kurmak olmustu. Grup yahyakaptana dair özel bi başlık açmayı çok denedim, ki bence açılması gereken de bi oluşumdu; ama bu abuk biyografide bu konuya parantez açayım dedim. Çok değerli ve sonuna kadar destekçisi olacağım arkadaslarımdan oluşan bu grup ozamanın en ünlü grubuydu. Yancı arkadasları düşünmemek benim işim diil. Onları da burdan anıyorum. Lakin şöle bi laf var „türk gibi başla, ingiliz gibi devam et, alman gibi bitir“. Biz oralarda biyerde çok takıldık, araya hep bişiler girdi, sonuçta yarım kaldı. Ama ozamanın şartlarında ben hala bu oluşumun destekçisi oldugumu sölemek isterim. Herneyse bu grup bende değişik bi etki bıraktı. Hoşuma gitmişti, devam ettirmek için de herşeyi yaptım, müzik adına çalışmak dısında. Fırsat bikere mi ele geçer bilmiyorum ama özgüvenin zirve yaptıgı zamanlardı. Kızlarla daha hasır nesir olunan zamanlardı. Artık kaptanın rak sıtarlarıydık (!). Duman abiydik, „bebek“ diye seslenilirdi bize.
Üniversite zamanları gelmişti. Kör topal üniversiteye kapak atmıştım. Keşke kapak atmasayıp, bi kapak alsaymışım. Ne olduysa bundan sonra oldu. Kötü olaylar mı dersin, hatalar mı dersin, müzik mi hayat mı dersin, kuş mu dersin taş mı dersin hepsini düşünecek zaman dilimi üniversite dönemime denk gelmişti. Üniversitede bilim adına bişiey olmadıgı açıktı ve zamandan kazanalım güce verelim gibi düşünce hiç hakim değildi bu aralar.
Hep kötü değildi tabi bu zamanlar, bikaç güzel arkadas edinmiştim şans eseri kendime. Birbirimizi kollayıp, tuttuk; desteği esirgemedik birbirimizden. Ama insan ne yaşıyorsa kendi içinde yaşıyo gerçeği tavan yapmıstı. En karamsar, en anlamsız düşünceler ne de olsa üzerimde hüküm sürüyordu. Birçok yapmak istediğim şeyi de sırf karamsarlık, negativ düşünceler yüzünden yapamadıgımın farkında gibiydim.
Kendime hiçbir amaç edinemediğim zamanlar, tam da çoğu kişinin bir ideal sahibi oldugu dönemle kesişmişti. Topçu mu olcaksın popçu mu demeye fırsat kalmamıstı. Herkesin „sen mühendis oldun“ demesiyle öle hissedememek belki de en ilginciydi. Sadece şu lafı kaptım 4 sene boyunca bu da sevgili hocamın lafıydı „ mühendis dediğin problem çözme yeteneği gelişmiş kişidir“. Yine de diyorum ki grup yahyakaptanı toplamadan çoğu problemi ben çözemem galiba hocam.
Üstün ırk lafının hüküm sürdüğü bir ülkeye gelmenin heyecanı, buralara kadar zahmet etmeye kadarmış diye düşünmeye kadar geldi. Mezara girip, ordan çıkmaya gücün olup ama çıkamamaya benziyo tam da bu iş. Çünkü ne olursa olsun, biri küreğe el atıp bi miktar toprak almalı ordan. Toprağı eşelicek adam çok buralarda yok. „Ne yaparsan kendine yaparsın“ lafının çok hissedildiği yerleri ben pek sevmiyorum sanırım. Doğudan batıya dogru kaymak sadece literatürde iş yapar. Sokakları napıcaz?!

Hiç yorum yok: